Kısaca Hayatı
Mevlana felsefesi, Muhammed Celâleddin-i Rûmî (30 Eylül 1207- 17 Aralık 1273) nin hayat anlayışı ve takipçilerinin yorumlarıyla şekillenen “Mevlevilik” yolunun kaynağıdır. Bugün Tacikistan sınırları içinde kalan Vahş (Farsça: وخش; Tacikçe: Вахш) kasabasında doğmuştur. Annesi, Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmşahlar hanedanından Türk Prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan’dır.Babası, ‘alimlerin sultânı’ unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî’dir.”Efendimiz” manasına gelen Mevlânâ adı, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir, dönemin İslâm kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Alîmlerin Sultânı) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled’in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled’in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya’ya gelen Seyyid Burhaneddin’in mânevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl O’na hizmet etmiştir. 1273 yılında vefat etmiştir.
Mevlana Felsefesi
Hakkında pek çok bilgiyi webde bulabilirsiniz. Onun en ihmal edilen yönü felsefi yönüdür. Bunu anlatmaya çalışacağız. Kamuoyunda bilinen “gel, ne olursan ol, gel” cümlesiyle tanınan anlayışı ile başlayalım. Mevlana’nın en meşhur yanı onun ulusal ve etnik sınırları aşan anlayışıdır. Kendisi de şehirden şehire göçen Mevlana, büyük Moğol akınları ile karışan etnik unsurlar arasında bu görüşü edinmiştir. Birçok millet yeni yerlerde yeni insanlarla karşılaşıyor ve yeni anlayışlar geliştirmek durumunda kalıyordu. Mevlana böyle bir ortamda batıda ancak 700 yıl sonra ulaşılacak bir hümanizm oluşturmuştur. İnsanlığın tam bir sentezi içerisinde birey, halk ya da ırk anlayışını aşmıştır. Ona göre her şey ilahi olanın farklı görünümleridir. Herhangi bir ayrım gözetilemez.
Mevlana evrim anlayışına sahiptir. Ona göre “ilahi ben” den çıkan ruh evrimsel bir sürece girer. Süreç aynı “ilahi ben” e yaklaşarak devam eder. Evrendeki tüm madde bu yasaya uyar. Madde ilahi kaynağına doğru evrilmek ve ona katılmak için içsel bir dürtüye uyar. (Mevlana buna “aşk” diyor) Ona göre bu sürecin belli bir amacı vardır. Tanrıya ulaşmak. Hayatın amacı ve varoluşun temeli tanrıdır. İlahi olandan kopan ve ona dönmeye çalışan hayat evrimi vardır. Bu biyolojik bir dönüşümden ziyade, ruhsal bir evrim düşlemektedir. Var oluş algısına ve tanrı bilincine sahip olmayan insan hayvana benzer. Doğru bilinç onu ilahi yapar. Fikirlerinin modern zamanlarda Henri Bergson’u, antik zamanlarda da Platon’u anımsattığı söylenir. Evrensel ruhun, varoluşun çeşitli aşamalarında çalışması hayatın genel bir görünümüdür. İbn-i Sina ve Farabi de “aşk” anlayışına benzer bir evrensel çekim gücü betimlemişlerdir. bak.dmy.info/iyi-insan/
Bir şiirinde: “Ben de cansız varlıktan öldüm [maden olarak], biten, boy atıp gelişen nebat [bitki] oldum; nebatken öldüm, hayvan şekliyle baş gösterdim.”Hayvanlıktan öldüm, insan oldum; artık ölüp azalmaktan, noksana düşmekten ne diye korkacakmışım?”Bir daha hamle edeyim de insanken öleyim; böylece melekler âleminde kol kanat çırpayım.”Melek olduktan sonra da ırmağa atlamak gerek; `Her şey yok olur gider, ancak O’nun zâtıdır kalan’.”Bir kere daha melekken kurban olayım da o vehme gelmeyen yok mu, o olayım. “Yok olurum, yok olurum da erganon [org] gibi, `Gerçekten de biz dönüp ona varanlarız’ derim.”
Divan adlı eserinden Mevlana felsefesi rahatlıkla görülebilir: “Hiçbir şeyden haberi olmayan cansızlardan, gelişip boy atan bitkiye, bitkiden yaşayış, dertlere uğrayış varlığına. Sonra güzelim akıl-fikir, ayırt ediş varlığına geldin; ondan sonra da beş duyguyla altı yönün dışına varacaksın.” “İnsanoğlu önce cematlarda (cansızlarda) zuhur etti, sonra cematlardan nebatlara geçti. Yıllarca o fidanlardan bir fidan gibi yaşadı, çok farklı olan cemat halinden habersiz. Nebati halden hayvani hale geçince, nebat halinden hiç bir şey hatırlamadı, nebatlar âlemine duyduğu meyilden başka. Bilhassa ilkbahar ve çiçekler açtığı zamanda. Yine biliyorsunuz ki Ulu Yaratıcı insanoğlunu hayvan durumundan insan haline çıkardı. Böylece insan iklimden iklime geçti, şimdiki gibi akıl irfan ve kudret sahibi oluncaya kadar. Evvelki akıllarından hiç bir hatırası yoktur, şu anki akıl durumu da değişecektir.”
Mevlana aktardığı bir öyküde algının güvenilmezliği ve duyu dünyasının belirsizliğine işaret ediyor:
Hintliler, karanlık bir ahıra bir fil getirdiler ve daha önce hiç fil görmemiş olan halka onu göstermek istediler.Hayvanı görmek için o kap karanlık yere bir sürü insana toplandı. Fakat filin konduğu ahır o kadar karanlıktı ki, fili görmenin imkanı yoktu. O zifiri karanlık yerde insanlar ellerlini uzattılar ve filin nasıl bir hayvan olduğunu anlamak için orasına burasına dokundular.İnsanlardan birisi, filin hortumunu elledi. “ Fil nasıl bir hayvandır?” diye sorunca, “Fil, bir oluğa benzer.” Dedi.Başka birisi filin kulağını elledi, “Fil bir yelpazeye benziyor.” Dedi.Bir başkası hayvanın ayağına dokundu, soranlara, “Fil bir direğe benziyor.” Dedi.Bir başkası filin sırtını ellemişti, “Fil bir taht gibidir” dedi.Başkaları da filin neresine dokunursa hayvanı nereye benzettiyse, ona göre anlatmaya koyuldu. Herkes farklı şeyi gördüğü için farklı şeyi anlattılar.Duygu gözü, ancak avuca benzer; avuç bütün fili birden elleyemez ki gerçeği anlayabilirsin! Deniz gören göz başka, köpüğü gören göz başka. Köpüğü bırak da denizi gören göz olmaya bak. dmy.info/hayat-nedir/
Mevlana Felsefesi Düşünce, Fikir ve Anlayışı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder